Hani..
Vergi hukukunu öğrenmeye başlar başlamaz duymaya başladığımız “Ticari ve zirai kazançta tahakkuk esası geçerlidir” şeklindeki klişeleşmiş o cümlede geçen ‘tahakkuk esası’ndan söz ediyorum.
Gelirin şu unsurunda bu esas, diğer unsurlarında ise öteki esaslar geçerlidir şeklindeki basmakalıp cümlelerde ifade edilen ‘tahakkuk esası’ndan, yani.
“Hocam cinler ve büyü var mıdır?” tarzı sorulara benzeyecek belki ama sözünü ettiğimiz şekilde böyle bir ‘tahakkuk esası’ gerçekten var mı? diye soruyorum ben de.
Cevabını kendim vereyim;
Hayır, ‘tahakkuk esası’ diye bir şey yok aslında, diyorum.
“Mutlak ve nihai manada böyle bir esas yok” demek daha usturuplu bir ifade olurdu belki ama..
Netice itibariyle, ticari ve zirai kazançlar dâhil,
Hatta daha da ileri gidiyorum,
Böyle bir tartışmanın bulunmadığı serbest meslek kazancı başta olmak üzere, diğer kazanç grupları bir yana..
Kurum kazançlarının tespitinde bile mutlak anlamda bir tahakkuk esasından söz etmenin mümkün olmadığını söyleyebiliriz.
Bu konudaki yaygın ve oturmuş kanaatin aksine, bu kadar keskin şekilde sarf ettiğim bu ifadeden sonra, bunun nedenini ve nasılını açıklama borcumun doğduğunu düşünmenize hak vermememin imkânı yok.
Öyle ya..
Bugüne kadar tahakkuk esası da tahakkuk esası denileduran böyle bir prensibin mevcut olmadığını iddia edince..
Gerekçelerini de adamakıllı bir biçimde ortaya koymadan olmaz.
**
Lakin bu noktada öncelikle kısa bir bilgi tazelemesi yapmak iyi gelecek.
193 sayılı Gelir Vergisi Kanununa göre, bu vergiye tabi gelir unsurları şunlardır, bilindiği üzere:
Ticari kazanç, zirai ve serbest meslek kazancı ile menkul ve gayrimenkul sermaye iratları ile ücretler ve diğer kazanç ve iratlar.
Değil mi?
Bunlardan ticari ve zirai kazançlarda, yazımızın başından beri söylediğimiz gibi, kazancın tespitinde tahakkuk esasının geçerli olduğu söyleniyor.
5522 sayılı Kurumlar Vergisi Kanununun 6. maddesinden, gelir vergisindeki ticari kazancın tabi olduğu usullere göre tespit edildiği öngörülen kurum kazançlarının da aynı esasa tabi olduğunun kabul edildiğini görüyoruz.
Menkul ve gayrimenkul sermaye iratlarında ise, sırasıyla ekonomik tasarruf ve tahsil esasları geçiyor deniliyor.
**
Tahakkuk esası neyi öngörüyor peki?
Tahakkuk, ‘hak’ kökünden gelir, biliyorsunuz.
Lügatte; gerçekleşme, yerine gelme manasına gelir.
Istılahta, yani vergi literatüründe ise,kabaca, “verginin, tarh edilmesinden sonra tahsil edilebilir duruma gelmesi” anlamına geldiğini söyleyebiliriz.
Karşılığında herhangi bir para-pul tahsilâtının yapılmış olup olmadığına bakılmaksızın; verginin doğuşunun bağlandığı vergisel olayın meydana gelmesiyle birlikte, devlete ait vergi alacağının tahakkuk etmesini ifade ettiğini söylediğimiz bu ilkenin dayanağında ne var peki?
Biliyorsunuzdur ama bu ilke ile ilgili olarak ileri sürülen mantıksal dayanağı bu vesileyle bir kez de ben tekrarlayayım.
Sermaye unsuru.
Vergiye tabi iktisadi işlemi gerçekleştiren vergi mükelleflerinin belli bir sermaye varlığına sahip oldukları ve gerçekleştirmiş oldukları vergiye tabi işlemlerden doğan vergiyi ifade eden parasal kıymetleri o an için fiilen elde edememiş olsalar bile; kendileri için söz konusu iktisadi işlemi gerçekleştirmiş oldukları kimseleri ticaret hukuku bağlamında borçlandırmaları mümkün olan bu mükelleflerin, doğan söz konusu vergiyi sahibi oldukları ‘sermaye varlığı’ndan karşılama imkânlarının olduğu varsayımına dayanıyor, tahakkuk esası dediğimiz ilke.
Evet, KDV gibi harcama/işlem vergilerinde de geçerli olduğu kabul edilen tahakkuk esası bu varsayımına dayanıyor dayanmasına ama bizce böyle bir varsayım iki açıdan gerçeği yansıtmıyor. Şöyle ki;
Öncelikle, bu ilkenin, ticari faaliyet sayılan her türlü işte uygulanması mümkün görünmüyor.
Zira bu tür işleri yapanların, ellerine geçemezse bile, gerçekleştirdikleri iktisadi işlemlerden doğacak, kanun gereği tahakkuk eden verginin karşılanmasında kullanılması mümkün değil.
Her tüccar şirket değil ki bu ülkede.
Yine, herkes bilanço esasına tabi değil ki.
Bilançoya tabi olanların da ne kadarlık kısmının, kanunen doğduğu varsayılan ama ellerine geçmemiş olan vergi karşılığını ödemelerine yetecek ölçüde bir ödenmiş sermayeleri var?
İkinci sınıf defter tutan bir mükellefi ya da geliri ticari kazanç esasına tabi olan basit usule tabi küçük esnafın halini düşünün bir de.
Adamın iş yaptığı bir adet taksisi var mesela.
Şehir içi yolcu taşıdığı bir dolmuşu ya da yük taşımakta kullandığı bir kamyonu var diyelim ki.
Ve ticari faaliyetini, sahibi olduğu böyle bir araçla yürütüyor.
Sermayesi var mı, var...
Ama sermaye sayılan iki kuruşluk bir ekmek teknesi var diye bu küçük tüccar ve esnaf ne yapsın?
Tahakkuk esasına tabidir diye; yaptıkları iş ve işlemlerin sonucunda kanun hükmü gereği doğan vergileri ödeyebilmek için biricik sermayeleri olan bu araçlarını satışa mı çıkarsınlar?
Yoksa satmayıp da, vergi borçlarını ödeyebilmek için çekecekleri krediler karşılığında bankalara rehin mi bıraksınlar?
Ya da bankaların kendilerine yüz vermediği durumlarda, tefecilerden el aman mı dilesinler?
Ne yapsınlar?
**
Tamam..
Bu kişiler ticaret yapmış yani kitabi anlatımla mal teslimi ve/veya hizmet ifasında bulunmuş olabilirler..
Yapmış oldukları satışların karşılığını teşkil eden bedelleri tahsil edebilselerdi, eyvallah…
Ama tahsilât yapamadıkları durumlarda?
Bu gibi durumlarda da tahakkuk esasını işletmek reva mıdır?
Tahsil edip etmediklerine bakmadan, kesmiş oldukları faturaların bedelini satışlarına ekletmek, vergisini ise Hesaplanan KDV diye beyan ettirip ödetmek ne kadar hakkaniyetli?
Zaten, KDV uygulaması dışında, ticari kazançlarda geçerli olduğu söylenen tahakkuk esasının mutlak olmadığını, dönem sonlarında bu esasın reeskont ve karşılık ayırma gibi uygulamalarla kısmen revize edildiğini; kanunda buna imkan tanıyan hükümlerin bulunduğunu söylediğinizi duyar gibi oluyorum.
Ha..çok yaşayın!
Lafı ağzımdan aldınız.
Tam oraya geliyordum ben de.
İddia olunan tahakkuk esasının gerçekte mutlak herhangi bir gerçekliğinin olmadığını söylüyordum ya yazının başında.
İşte bu; reeskonttu, karşılık ayırma ya da zarar yazmaydı derken, hep bu müesseseleri kast ediyordum.
Ne yapıyorlar bu gibi durumlarda, ‘tahakkuk esası’na tabi ticaret erbabı?
Dönem içerisinde gerçekleştirmiş oldukları alış ve satış işlemlerine ait senetli alacak ve borçlarını yılsonlarında reeskonta tabi tutarak kısmen de olsa bir nevi düzeltmeye tabi tutuyorlar, değil mi?
Tahakkuktan tahsile irca ediyorlar yani, eskilerin deyimiyle.
Neymiş o zaman?
Tahakkukun hükmü yılsonuna kadarmış demek ki.
Hemen ertesi gün, takip eden yılın ilk gününde gerçekleştirilen açılış kaydıyla, reeskontlar kapatılarak tekrar tahakkuk ilkesine dönüldüğünü düşünmüyorsunuzdur herhalde.
Herhangi bir iktisadi kalemin ilgili mali tablolarda ne şekilde izlendiğini tartışmıyoruz burada çünkü biz.
Burada önemli olan; vergi uygulamasında, tahsil edilmediği halde ‘gelir’ ve ödenmediği halde ‘gider’ yazılmış ve bilançoya borç ya da alacak diye aktarılmış olan kalemlerin söz konusu döneme ait gelir veya kurumlar vergisi gibi vergi matrahlarının hesaplandığı, bilanço günü de denen dönem sonlarında ters kayıtlarla düzeltiliyor olmasıdır.
Ya da hiç tahsil edilmediği halde, zamanında hasılat kaydedilip vergisi ödenmek durumunda kalınmış alacakların hiç tahsil edilemeyecek olmasının hukuki ve iktisadi açıdan kesinleşmesinden sonra kanunun mükelleflere tanımış olduğu ‘gider yazma’ imkanını düşünün.
Bütün bunlar gerçek anlamda tahakkuktan tahsilata geçiş değil midir?
Ne diyor kanun burada da ticaret erbabına?
Zamanında yapmış olduğun şu iş karşılığında, bedelini tahsil edemediğin halde tahakkuk esasımucibince gelir yazıp vergisini de ödediğin bir kazanç unsurunun tahsilinin nihai manada imkansız hale geldiği durumlarda; bu kez de, gider yazarak, zamanında haksız yere ödemiş olduğun vergiyi telafi etmene izin veriyorum diyor.
Burada da ‘tahakkuk’tan ‘tahsil’e tam dönüş oluyor.
**
Toparlarsak eğer arkadaşlar;
Bütün bunları uzun uzadıya niye anlatıyoruz?
Tahakkuk ve tahsil esaslarının arkasındaki mantıkla bunların temelinde yatan gerçekler üzerine siz değerli okuyucularla sohbet havasında ufuk açıcı felsefik bir yolculuk yapmak hoş oldu elbette.
Ancak bu noktada, tahsil ilkesinin geçerli olduğu konusunda tartışma bulunmayan serbest meslek faaliyetlerindeki katma değer vergisine tavizsiz bir biçimde tahakkuk esasının tatbik edilmesiyle ilgili olarak vermek istediğimiz önemli bir mesaj var.
**
Her ne kadar Kanunda, serbest meslek faaliyeti, ticari faaliyetlerden farklı biçimde; sermayeden ziyade şahsi mesaiye, ilmi veya mesleki bilgiye veya ihtisasa dayanan ve ticari mahiyette olmayan işlerin işverene tabi olmaksızın şahsi sorumluluk altında kendi nam ve hesabına yapılmasışeklinde tarif ediliyor olsa bile, hiç kimse de babasının hayrına çalışmıyor.
Onun için de, insanların serbest meslek faaliyeti kapsamında değerlendirilecek şekilde yürüttükleri iş temelde iktisadi bir faaliyettir.
Değilse; kişilerin ayda yılda bir, öyle kafalarına estiği için, hobi olarak ya da hayır-hasenat niyetine gerçekleştirdikleri işler gelir vergisin konusuna girmez biliyorsunuz.
Girse bile bu vergiden muaf tutulur.
Başka meslektaşlarının belli bir işyeri dâhilinde, daimi surette, vergiye tabi şekilde gerçekleştirdikleri meslek icrasıyla tamamen aynı şekil ve mahiyette olsa, hatta, karşılığında para ve sair maddi menfaatler elde edilse bile, devamlılık arz etmiyorsa eğer bu faaliyetler, vergi söz konusu olmaz.
Para kazanmak amacıyla yürütülen daimi bir faaliyet yoksa eğer, iktisadi faaliyetten söz edilemez çünkü.
Vergiden de tabi.
O zaman;
Nedir çelişkili bu durumu sürdürmenin nedeni?
Serbest meslek erbabının yıllardır gündeme getirdikleri, onları, tahsil edemedikleri KDV’yi ödemek durumunda bırakan sistemi devam ettirmenin ardındaki inat?
Söyledik işte; tahakkuk esası diye bir şey bile yok aslında.
Teorik bir mevhumdan ibaret.
Neden o zaman serbest meslek erbabındaki KDV’de uygulanıyor sözüm ona bu ilke?
Faaliyetini belli bir sermaye varlığına dayandırarak sürdüren ticaret erbabına uygulanmasının bile hakkaniyetli olmadığını ortaya koymaya çalıştığımız tahakkuk esasının; gelir vergisi açısından‘tahsil esasının’ geçerli olan serbest meslek faaliyetlerindeki KDV’de uygulanması hepten haksız değil midir?
Mükellefleri, tahsil edememiş oldukları meblağlar için makbuz kestirmeye zorlamak işin tabiatına aykırıdır.
Adı üstünde çünkü..
Tahsilât makbuzu.
Serbest meslek erbabının, yapmış olduğu işin bedelini tahsil edip ‘kabzederken’ kesmesi gereken, söz konusu para kabzını tevsik eden belgenin adıdır.
Bu arada dikkat edin; vergiye tabi mesleki işlem yapıldığında değil, söz konusu işlemin karşılığını teşkil eden bedelin tahsil edilmesi üzerine kesilmesi gerekiyor bu makbuzun.
‘Tahsil esası’ gereği yani.
Tahsilat yoksa eğer; makbuz kesip, işlem konusu meblağı gelir kaydetme ve vergisini beyan edip ödeme de yok.
Gelir vergisi açısından da durum böyle.
Ama KDV’ye gelince bu prensibe göre hareket edilmiyor.
Gerekçe?
Tahakkuk esası.
Tahakkuk esası diye bir şeyse yok oysaki.
Bunu biliyoruz, ama..
Teoride mantıklı herhangi bir gerekçesi bulunmayan böyle bir ilkenin değişik alanlardaki vergi uygulamalarında tatbik ettirilerek belli mükellef gruplarının canlarını haksız yere acıtmanın manası var mı?
İşte onu bilmiyoruz.
bir dost
2016-03-11 12:51:37
kayıt dışı çalışmalar tahakkuk esasının dezavantajlarını kapatır ;)